20 Eylül 2012 Perşembe

Lilja 4-ever (Daima Lilja)




Filmin ismi, özellikle Türkçe'ye çevrildiğinde, kulağa çok dramatik geliyor. Böyle ince sesli bir kadın konuşarak Lilja adındaki bir kızı avutuyormuş gibi: "Daima, Lilja"

Filmin posteri öyle güzel ki.
Bir kere Oksana Akinshina'nın masum güzelliğinin, yüzündeki ağır makyaja tezat olarak ortaya çıkışı insanı çok etkiliyor.

Üstelik bir postere filmin baş rol oyuncusu olsa dahi tek bir "kelle" fotoğrafı yapıştırmak kısıtlı değil midir ? Ama Akinshina'nın yüzünde her şey var. Korku, endişe, dinginlik, kendinden eminlik, kararsızlık... Bu kadar duygu zenginliği varken kısıtlayıcılık da ortadan kalkmış oluyor her halde...

Bir de fotoğrafın tam net olamayışı, sanki hareket halinde çekilmiş gibi, sanki "Lilja buraya bak!" denmiş ve Lilja başını döndürüp bu ifadeyle objektifi görüp "Ne var?" demiş gibi...



2002 yapımı Lukas Moodysson imzalı film, hem beyefendinin hem de içerisine kendimi de alabileceğim Moodysson hayran grubunun baş tacı, baş yapıtı.

Bunun kaynağını kurgusundan; oyunculuklarından ve işlediği "modern kölelik", "çocuk ticareti" gibi alt başlıklardan alır.
Hikayede dayanakları sağlam temellere dayandırılmış bir dram vardır ve izleyen tek bir saniye dahi yönetmeni, kurguyu eleştiremez. Acı bir yaşam bütün netliğiyle gözler önüne serilir.

İsveçlli yönetmen Moodysson'ın imzasını taşıyan favori filmler arasında Tillsammans, Fucking Amal, Ett Hal I Mit Hjarta ve Mammoth var. Zamanı gelince hepsini teker teker paylaşmak isterim.




Lilja Estonya'da yaşayan bir ailenin tek çocuğudur. Ailesi çekirdeğin de çekirdeğidir çünkü aile sayabileceği bir tek annesi vardır. Annesi bir barda dansçı(?) olarak çalışır, yaşadığı bölgedeki hayat şartları ona hem yaşayabilecek kadar para hem de düzenli bir aile hayatı hakkını aynı anda vermez.

Bu nedenle zamanı geldiğinde -Lilja nispeten çocukluktan sıyrıldığında- internette tanıştığı sevgilisiyle Amerika'nın yolunu tutar. Bu gidiş hiç bir zaman Lilja'nın hesap ettiği gibi olmaz, annesi hiç bir zaman, ona söylediği gibi, önce kendisi gidip daha sonra "Lilja'yı yanına almak için" geri gelmez....

Üstelik annesinin gitme vakti geldiğinde filmin en acıklı tablolarından birini izleriz:

Annesi tüm soğukkanlılığıyla "Ben gidiyorum." der.
Beraberinde götürülmeyip daha sonra alınacağını son anda öğrenen Lilja annesine dudak büker, yüzüne bile bakmaz.
Annesi sandığımdan da kolay oldu bu ayrılık süreci diye düşünür, "Peki o halde..." deyip yola koyulur.
Henüz 20 saniye geçmeden Lilja evden fırlar, merdivenleri üçer beşer atlar ve arabaya binmekte olan annesinin boynuna yapışır.

Çığlık çığlığa ağlar.  "Beni bırakma, anne."

Fakat annesi çoktan kafasına koymuştur. Lilja'dan uzakta, bütün sorunlardan ve anayurttan kilometrelerce ileride, refah bir yaşam sürmeyi istemektedir. Lilja'nın savunmasız ve terk edilmiş çığlıklarına karşılık gözlerinden istemsizce yaşlar süzülür. En sonunda boynunu bırakmayan Lilja'yı hafifçe öteler, "Seni arayacağım!" der ve Lilja'ya hayatında söyleyebileceği son yalanı söyler.


Arabanın peşinden koşup en sonunda bitkin düşüp yere kapaklanan Lilja, izleyeni en az kendi kadar ağlatır.



Gelelim duruma annesinin gözünden bakmaya kendimizi zorlamaya...

Nedir annesini buralardan, öz kızından uzaklaşmaya iten sebep ? Bir insan neden vazgeçer bütün varlığından ve zar zor tanıdığı bir adamla kaçar yurdundan ?


Bir dramdan bahsettiğimi söylemiştim. Filmin sonunu gösteren ilk sahneler, zaten " Buraya sonu kötü biten bir film izlemeye geldin sevgili seyirci!" der, bunu anlıyoruz.

Fakat bunu anlamak aynı anda Lilja'nın annesini anlamayı da gerektirir. Zaten bana göre Lilja'nın dramının daha ilk saniyelerde bu kadar net bir şekilde gözler önüne serilmesi, annesinin gidişine bir dayanak hazırlamak içindir.

Annenin gidişi; Estonya'nın o "Paldiski" kentinde gerçekten kötü bir hayat yaşadığını gösterir.
Zamanla insan olmaktan sıyrılıp "içinde insan barınmayan bir kadın bedeni" olmaya zorlandığı anlaşılır. O oralardan gitmeye çalışırken dayanabileceği tek güvencesi "beraberinde çocuğunu getirmesini istemeyen" bir adamdır.

Dünyanın en kötü şeyini yapar. Çocuğuna kol kanat germektense onu hayatından silip kendine bir mutluluk yaratmayı ister. Peki yaratabilir mi ? Bilemeyiz...



Dünyanın en kötü yüzüne, soğuk bir kentte tek başına şahit olmaya hazırlanan Lilja, dramını "annesizlik sebebiyle, annesinin gölgesinde" yaşar.

Şunu iyi biliriz ki, Lilja ne yaşayacaksa annesi çoktan benzerlerini yaşamıştır. Belki annesi Lilja'yı her görüşünde hem kendi geçmişini hem "Lilja'nın kaçınılmaz geleceğini" görmektedir.

Çünkü bu hikayede sürprizlere yer yok. Gerçekler ekranı tırmalayacak şekilde.
Ve bir şeye daha yer yok: "psikopat bir annenin çocuğunu terk ediş öyküsünün klişeliğine".

Evet inanması güç ama bu gidiş, içerisinde çok fazla şey barındırır, filmin sonunu çoktan başında getirir fakat asla ve asla "anlamsızlık" ya da annesinden tereddütsüzce nefret etmemizi sağlayacak bir "keyfilik" izleri taşımaz.


Buradan sonrası ağır adımlarla, iç burkarak gelişir. İç burkan detay Lilja'nın hayata karşı tükenmeyen umududur. O iyi bir insan olduğu için, hayatın da tüm iyilikleri ona er ya da geç beyaz mendillerde sunacağını hayal eder. Bu nedenle görebildiği ilk ışık olan "Andrei"ye, filmde milyonlarca umut yıkan sahne gerçek olduktan sonra, sıkıca tutunur, ona inanır.

Ona ışık gibi görünen fakat karanlığın ta kendini hazırlayan Andrei, Lilja'nın yaşamını soldurur.

Bu noktadan sonra kadın köleliği; "modern yaşamın kirini oluşturan" fuhuş ticareti -üstelik çocuklardan sağlananı!- gözler önüne serilir. Lilja artık kendisinden başka herkese ait olan bir bedende oradan oraya savrulmaktadır.

Çıkış yolu, sığınak, umut yoktur. Kaçınılmaz son gelir...



Şimdi içerikten bağımsız olarak üzerine düşmek istediğim bir kaç karakter var.

Öncelikle tabii ki, Valodja...




Bu küçük bızdık Lilja'ya olan aşkını her frsatta dile getirir. Aynı zamanda Lilja'nın en sadık yoldaşıdır. Estonya'da kaldıkları süre boyunca birbirlerinden ayrılmazlar.

Valodja Lilja'nın olmadığı bir yerde yaşamayı reddeder. Zaten öyle düz, öyle insansız bir yerdir ki orası, Lilja Andrei'ye kapılıp evini terk ettiğinde Valodja bir yerlerden yürüttüğü küçük haplarla "sonsuz mutluluğuna" gider. Filmin en güzel kısmı Lilja-Valodja ilişkisiydi.


Daha sonra Lilja'nın hayatındaki hıyanetlerin baş mümessilleri Natasha ve Lilja'nın annesi tarafndan emanet edildiği teyzesi.


Natasha, zaten yalnız kalmış Lilja'yı daha da yalnız bırakır. Bir gece seks karşılığında tanımadığı birinden para alır, bir tomar parayı yakalayan babasına paranın Lilja'ya ait olduğunu söyler.

Babasının ve dedikodunun salgın gibi yayıldığı yaşıtlarının Lilja'ya "fahişe" damgası vurması çok kolay olur. Ne de olsa o yalnız, "ailesiz" yaşamaktadır.


İşin acıklı yanı, bir süre sonra parasızlık ve çözümsüzlükten Lilja gerçekten fuhuşa girişir.
Çünkü yaşadığı ıssız yer "tek sermayesinin kendi bedeni olduğunu" her geçen gün daha fazla yüzüne vurur.



Ve teyzesi...
Lilja'yı kirasını ödeyemeyeceği gerekçesiyle kendi evinden çıkarıp köhne bir daireye atan teyze, Lilja'ya asla sahip çıkmaz. Başına gelebilecek her türlü tehlikeye karşı olan savunmasızlığını, onu savunmasız bir eve atmakla pekiştirir.





Film başından sonuna kadar kapitalizm göndermeleriyle Amerikan düzenine verip veriştirir.
En iç boğucu sahnelerde görünen o sinir bozucu palyaço suratlı Mc Donalds görüntüleriyle mi desem, refahın üst safhada yaşandığı ve dışarıdan bakıldığında cenneti andıran Avrupa görüntülerini mi söylesem...

Yönetmen o kadar güzel bir pencere sunuyor ki, kendinizi gündelik yaşamın bir bölümünde az sonra Mc Donalds'tan arkadaşlarıyla gülüşerek çıkıp gidecek, ya da hemen arkada görünen parklardan caddelerden fütursuzca koşup geçecek zannediyorsunuz.

Gerçeklik ve mutluluk kavramı sonuna kadar sorgulanıyor.


Binlerce simge var. Lilja'nın yalnızlığıyla boğuşurken annesinin tek fotoğrafını yırtması, sonra pişman olup yapıştırması, en sonunda onu da yakması. O çekişkiler, o umudu bekleyişler insanın kalbini yerinden oynatır cinsten.


Hele Lilja'nın bozuk makyajlı yüzü.
Maskelendirilmiş çirkinliğe hemen hemen her duygu yüklü film gönderme yapar fakat bu sahne beni gerçekten hepsinden çok etkilemişti. Bir küçük sahnede karmakarışık olmuştum.


Lilja'nın "efendisi" bir adrese gönderilmeden önce Lilja'dan tipini düzeltmesini ister.

Bütün o ruh çöküntüsü, güzelliği çarpıklaşmış dünyası Lilja'nın yüzünde sonunda öbek öbek kırılır.
Boca edilmiş rujundan kocaman kocaman kelimeler okudum: "ALIN SİZE GÜZELLİK!" Üstünü örtmeye çalıştığınız, hayatımı soldurduğunuz bedenimde, işte güzellik! İşte düzelttiğim görüntüm ve makyajım...



***
Makyaj hakkında bana kalırsa yanlış bir algı var çoğu kafada.
Makyaj çirkinliği örtüp asla güzel yapamaz, bu anlamda dramatik bir değer taşımaz, aldatıcılığı da yalnızca aldanmak isteyen içindir. Makyaj yalnız güzel şeyleri daha güzel yapar ve çirkinlikleri daha çirkin. Üzerinde oynanmış, gerçekliği zar zor döndürülüp yakalanmış saliselik pozlar gelmesin aklınıza, konu "çıplak gözle bakmak" olduğunda çirkinlikler hep koyverir. İlerleyen teknolojiye ve tüm üstün maskeleme tekniklerine rağmen savunduğum tek şey bu.
Makyaj hiç bir çirkinliği gözlerden saklayamaz.
***




Film biterken, yeryüzünün iki meleği Lilja ve Valodja'yı melek kanatlarıyla Paldiski'deki gibi top oynarken görürüz.
Meleklik kisvesini çok hak ettiği halde hayatı süresince elde edememiş çocuklara filmin bir armağanıdır o kanatlar.

Hikayenin orada bitmediğine, yeryüzünde kanatlanıp uçamayan tüm çocukların birer melek olup uçtuğuna inanmak isteriz.




İnsanı düşünmeye sevk eden tüm sahneleriyle, içerdiği her küçük detayı ve duygusuyla eşsiz bir film. Çok fazla dram çekilmiştir, çekilecektir ama Lilja'nın ahşap bir banka kazıdığı "sonsuzluk hayali"; izlenmeye en değer olanlarından...









Hiç yorum yok:

Yorum Gönder